28 Ekim 2015 Çarşamba

Tatar Çölü




Orijinal Adı:Il Deserto Dei Tartari
DINO BUZZATI
Çeviri: Hülya TUFAN TANRIÖVER
İletişim Yayınları-2015
İlk Yayınlamdığı Tarih: 1945
232 Sayfa*



"Zaman kumar masasında karşımızda oturan öteki kumarbazdır ve bütün kartlar onun elindedir, bizler ancak yaşam karşılığında o masadan bir şeyler kazanırız." (Körlük - J. Saramago)

Kitabın ana karakteri Teğmen Drogo, kuş uçmaz kervan geçmez bir sınır kalesine tayin olur. Aslında şimdiye kadar bilinen hiçbir savaşın-savunmanın olmadığı bir yerdir bu kale. Ama kaledekiler, buranın birgün vatan savunmasında önemli bir rol oynayacağı hayalini kurarlar. Aslında hiçbir şey olmayan bu yerde işe yarayacakları ve kahraman olacakları günü beklerler sessizce. Uzun süredir kalede olan subaylarsa oradan gittikten sonra bir savaş çıkabileceği korkusuyla orada kalmaya devam ederler. Bekledikleri onca yılın heba olmasından korkarlar. Kaldıkları her sene gitmelerini daha da zorlaştırır. Böylece bir kısır döngüye girmiş olurlar. Yeni gelen subayları da bir şekilde kalede tutmaya çalışırlar. Bazıları bu kısır döngüye girer, bazıları ise kurtulur. Bakalım Drogo için durum ne olacak? Gelecekte yaşayacağımız güzel günler için bugünden vazgeçmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Hep öyle kandırılmadık mı zaten? Dur şu sınav bitsin sonra oynarım ile başlayıp, şimdi çok çalışmam lazım, para kazanayım ki ileride rahat ederim anlayışıyla hayatımızı, güzel günleri erteledik hep. Bu konuda A. Ali Ural'ın çok sevdiğim bir sözüyle noktayı koyuyorum:

"Mutluluk, bir seyahat şekli olması gerekirken, bir türlü ulaşılamayan hayali istasyonlar haline geliyor".

ALTINI ÇİZDİKLERİM

***SPOİLER***

“O zamana değin, çocukken insana sonsuz gibi görünen bir yolda yılların yavaş yavaş ve hafifçe geçtiği, böylece hiç kimsenin akıp gittiklerinin ayırdına varmadığı bir yolda, hep ilk gençliğinin kaygısızlığıyla ilerlemişti. İnsan bu yolda, sakin sakin, çevresine merakla bakarak ilerledi, aceleye gerçekten hiç gerek yoktu, ne arkanızda sizi sıkıştıran ne de tabii, bekleyen hiç kimse bulunmazdı, arkadaşlarınız da kaygısız oynanmak için sık sık durarak ilerlerlerdi. Evlerinin kapısından büyükler size dostça selam verir ve suçortaklığı dolu gülüşlerle ufku gösterirlerdi; böylece yürek yiğitçe ve tatlı arzularla çarpmaya başlar ve insan kendisini az ötede bekleyen şeylerin umudunu tadar; gerçi henüz o şeyler uzaktadır ama bir gün onlara ulaşacağı kesin, tartışmasız bir biçimde kesindir. 

Daha çok yol var mıdır? Yoo, şu ilerideki nehri geçmek şu yeşil tepeleri aşmak yeterlidir. Belki de varmışızdır bile. Şu ağaçlar, kırlar şu beyaz ev belki de bizim aradığımız şeylerdir. Bir an, bunun doğru olduğuna inanıp, orada durmak isteriz. Sonra, kulağımıza ileride daha iyisinin olduğu çalınır ve tasasız bir biçimde yeniden yola koyuluruz. 

İnsan, böylelikle, umut dolu, kendi yolunda gider durur ; günler uzun ve sakindir, güneş yukarıda gökyüzünde parlamakta ve akşam bastığında üzülerek yok olmaya yüz tutmaktadır. 

Ama bir noktada, belki de içgüdüsel olarak, insan geri döner ve arkasında bir kapının kapanarak dönüşü olanaksız kıldığını fark eder. İşte o zaman bir şeylerin değişmiş olduğunun ayırdına varırız, güneş eskisi gibi kıpırtısız değildir, hızla hareket etmektedir; ne yazık ki henüz bakmaya bile fırsat bulamadan, onun ufkun ucuna doğru hızla kaydını, bulutların da gökyüzündeki mavi koylarda hareketsiz durmadığını, birbirlerinin üzerine çıkarak kaçtıklarını, iyice acele ettiklerini görürüz; zamanın geçtiğini ve günü gelince zorunlu olarak son bulacağını anlarız.

Belirli bir zamanda, arkamızda bir kapı kapanır, kapanır ve bir şimşek hızıyla kilitlenir; geri dönecek zaman kalmamıştır. Ama işte o anda, Giovanni Drogo bunlardan habersiz uyuyor ve uykusunda çocuklar gibi gülümsüyordu.

"Yine de zaman, gitgide daha hızlı bir biçimde akıp gidiyordu; sessiz ritmi yaşamı parçalara ayırıyor, insan geriye bir gözatmak için bile duramıyordu. "Dur! Dur!" diye bağırmak istiyor ama sonra bunun hiçbir yararı olmadığının farkına varıyordu. Her şey, insanlar, mevsimler, bulutlar, her şey kaçıp gidiyordu; insanın taşlara, bir kayanın tepesine asılması da yararsızdı, yorulan parmaklar gevşiyor kollar, cansız bir şekilde düşüyor ve insan kendini bu çok yavaşlamış gibi görünen ama hiç durmayan ırmağa kapılmış buluveriyordu.

Drogo, günden güne bu esrarlı parçalanmanın daha da arttığını görüyor, karşı çıkmaya çalışıyor ama bir sonuç alamıyordu. Kaledeki tekbiçimli yaşamda kendine bir nirengi noktası bulamıyor ve saatler daha onun saymasına vakit kalmadan akıp gidiyordu.

Bir de Drogo'nun yaşamının en güzel bölümünü uğruna harcadığı o gizli umut vardı. o umudu beslemek için onca ayı, gözünü kırpmadan harcıyor yine de vaktin yetmediğini fark ediyordu. Kış, kalenin o bitmek bilmez kışı kendisine verilen bir tür avanstı adeta. kış bittiğinde, Drogo'nun bekleyişi hâlâ son bulmamıştı.

Bahar geldiğinde, diyordu, yabancılar yol yapımına yeniden hız verecekler. ama onları görmelerini sağlayan Simeoni'nin dürbünü yoktu artık. yine de çalışmaların hızlanmasıyla -ama allah bilir bu daha ne kadar sürerdi- yabancılar yakınlaşmış olacak ve günün birinde bazı nöbet noktalarında hâlâ bulunan modası geçmiş dürbünlerin bile görüş alanına gireceklerdi.

Sonuç olarak, drogo baharı bekleyişinin miadı olarak görmüyor, gerçekten de bir yol yapıldığı varsayımı doğruysa bile bahardan birkaç ay daha sonrası için umutlanıyordu. Üstelik tüm bu düşünceleri gizli gizli beslemek durumundaydı çünkü başına dert gelmesinden çekinen simeoni, bunları dinlemek bile istemiyordu, diğer arkadaşlarına gelince, onlar zaten kendisiyle alay eder, üstleri de bu tür fanteziler beslemesine kötü gözle bakarlardı.

Mayıs başında, giovanni yönetmeliğe uygun olan dürbünlerin en gelişkiniyle ovayı iyice inceledi ama henüz hiçbir insani etkinlik izi olmadığını gördü; geceleyin ışık da görünmüyordu, halbuki gece vakti ışıklar, en uzak mesafelerden bile öyle kolay görünürdü ki.

Yavaş yavaş güveni azalıyordu. insanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. İşte tam da o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.

SON SÖZ YERİNE

Belki okurken enfes bir lezzet kalmayacak damağınızda ama mutlaka sizi sarsacak bir kitap. Bittikten sonra sizi düşüncelere sürükleyecek. Yani en azından beni etkiledi. Hayatla hesaplaşması olan herkesi bir şekilde bir tarafından tutacaktır bu kitap. Hesaplaşmaya hazır olun.



22 Ekim 2015 Perşembe

1984 - George Orwell



Orijinal Adı: Nineteen Eighty-Four
George ORWELL
Çeviri: Nuran AKGÖREN
Can Yayınları, Mart 2006
İlk Yayınlandığı Tarih: 1948
268 sayfa *



İLK NOT

Benim okuduğum kitap eski basım. Dolayısıyla alıntıların sayfalarını yazma gereği duymadım. Yenisinin çevirisini Celal ÜSTER yapmış, inceledim, daha güzel ve bilinçli olmuş. Zaten önsözde halihazırda kendi yayınevleri tarafından çevirisi var olan bir kitabı neden çevirdiğini açıklamış. Yalnız tavsiyem bu önsözü kitabı bitirdikten sonra okumanızdır. Çünkü kitapla ilgili gereğinden fazla bilgi veriyor.

Aklımda bir blog oluşturma fikri gelişince, sadece o an okuduğum kitapları paylaşmanın, daha önce okuduğum güzel ve kült kitaplara haksızlık olacağını düşündüm. Dolayısıyla blog için bir girizgah niteliğinde olan yazımda yazdığım üzere, daha önce okumuş olduğum kitapları da paylaşma fikrini benimsedim. Böylece hem bu güzel kitaplara haksızlık etmemiş olacağım hem de paylaşacağım kitaplarla tekrar haşır neşir olarak unuttuğum yerleri hatırlama fırsatı yakalamış olacağım. Sonunda uzun uzun düşündükten sonra George Orwell'ın bende etkisi büyük olan, muhteşem kült kitabı 1984'te karar kıldım. 

1984 ilk olarak bundan 7-8 sene önce üniversite sıralarında, 50 puanlık bir soru olarak karşıma çıktı. Hocamız, sınavda bir sorunun bu kitaptan geleceğini söyleyerek bizi bu kitabı okumaya teşvik etmişti. (Ne iyi hocalarımız varmış). Öğrenci kafasıyla dersin gerçek konularına odaklanıp, kitaba şöyle üstünkörü bir bakmıştım. O an için sınav heyecanı ile kitaptan doğru düzgün keyif alamamış ancak daha sonra tekrar okumam gerektiğini aklımın bir köşesine yazmıştım. Daha sonra kitabı iki kere daha okudum. 

Distopik kitaplara özel bir ilgim var. Zaten kitaplarla biraz ilişkisi olan herkesin distopik kitapları okumuş olması ya da okuması gerekir. 1984 bu alanın zirvesidir benim için. Orwell kitaptaki sistemi çok iyi kurgulamış ve aklındakini okuyucuya yalın bir dille aktarmış. Bunlar kitabın çok kısa sürede ve keyifle okunabilmesini sağlıyor. Keyifle dedim ama bu edebi bir keyif çünkü Orwell'in aklında kurguladığı bu berbat dünyanın günümüz sistemiyle ne kadar benzerlik gösterdiğini görünce insanın keyfi kaçıyor öte yandan. 

Kitaptaki toplum otoriter-totaliter bir devletin tahakkümü altında yaşamaktadır. Baskı o kadar derindir ki insanların yatış-kalkış saatlerini, yiyip içtiklerini, haraketlerini ve hatta düşüncelerini bile düzenleme amacındadır. Hatta en çok insanların düşünceleri ile ilgilenen bir sistemdir. İnsanların devletin istemediği bir şeyi düşünüp düşünmediğini anlamak için davranışlar, mimikler ve bakışlar bile göz altındadır. Kurulabilecek her yere tele-ekranlar kurulmuş(sadece vericisi değil alıcısı da olan bir televizyon), tele-ekran kurulamayan yerlere ise gizli mikrofonlar yerleştirerek insanların her anı kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. İnsanlardan bireyselciliklerini feda etmeleri ve kendi benliklerini devletin benliğinde eritmeleri istenir. Bunu da yapay iç ve dış düşmanlar oluşturarak yapar. Hemen hergün periyodik olarak nefret programları düzenlenerek insanların devlete olan aidiyetleri sıcak tutulur. 

Buraya kadar elimden geldiğince içerik bilgisi vermemeye çalıştım. Kitabı okumayan dostlarla yollarımız burada ayrılıyor. Yazının bundan sonraki kısmında hunharca içerik bilgisi verilecektir. Kitabı çok sevdiğimi belirtip, okumayan arkadaşlara mutlaka tavsiye ederim. 

*** SPOİLER ***

Orwell, 1984'te, dünyayı isimleri Avrasya, Okyanusya ve Doğu Asya olan 3 devlete bölüştürmüştür. Bu üç süper devlet sürekli birbiri ile savaş halindedir. Bunlardan iki tanesi birleşseler bile coğrafi ve demografik sebeplerden ötürü ötekini yenilgiye uğratamazlar. Ayrıca her üç devlet de kendi kendine yeterli olan ekonomilere sahip oldukları için eski savaşların nedeni olan ekonomik gerekçeler savaşa sebep değildir. Peki Bu devletler neden savaşır? Cevabı kitapta: "Sorun, dünyadaki gerçek zenginliği arttırmaksızın endüstri çarkını döndürmekti. Üretim sürdürülmeli, ama üretilenler insanlara dağıtılmamalıydı. Uygulamada bunun için tek çözüm yolu, sürekli bir savaş durumunda olmaktı." Ayrıca savaşın olması, yoksa bile varmış gibi gösterilmesi insanların kendi benliklerini devletin varlığında eritebilmesi için gerekli bir şeydi. Böylece insanlar zafer sarhoşluğuyla ya da savaşı kaybedebilecek olma ihtimalinin tedirginliğiyle, ne kadar baskı altında olduklarını ve yapay ekonomik bunalımları unutuyor, zor zamanında devletine yardım edebilmek adına daha fazla çalışıyor, aklını tamamen bu fikirlerle kaplayarak devlete ve sisteme karşı olabilecek faaliyetlere girişmiyorlardı. Hatta bunu düşünmüyorlardı bile. Tüm bunlara rağmen böyle bir şey yapacak olanlar, tele-ekran ve gizli mikrofonlar marifetiyle sürekli gözlem altında tutuluyorlardı. Hatta bu tarz bir şeyi düşünmelerini bile engellemek için 'düşünce polisi' adı altında bir birim oluşturulmuştu. 

Kitapta bahsedilen devlet olan Okyanusya'da yaşayan insanlar üçe ayrılmıştır. İç Parti,Dış Parti ve Proleterler. İç Parti olayların çoğunun farkında olup bu sistemi sürdüren oligarşik sınıftır. Toplumun %2'lik bir kısmına tekabül eder. Dış Parti bir nevi orta sınıftır. Proleterler ise nüfusun %85'ni oluşturan, toplumun en kalabalık kısmıdır. Görece daha az baskı altındadırlar. Ama bilinçsiz bir insan kümesi oldukları için devletin en az takip ettiği ve en az baskı kurduğu kesimdir. Kitabın ana karakteri Winston esas kurtuluşun onlardan gelme ihtimali olduğunu düşünür ama bilinçsizliklerinden ötürü de bunun imkansızlığından dem vurur. Burada kitabın bence en vurucu cümlesini günlüğüne yazar: 


"Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler."

Kitaptaki sistemin en korkunç yanı geçmişin değiştirilebilmesidir. Tüm yazılı ve görsel kaynaklar ve arşivler devletin elinde olduğu için, Büyük Birader (Devletin ve sistemin en tepesindeki bir nevi kutsal lider) veya Devlet tarafından yapılan açıklamalar yeni açıklamalarla veya o günün gerçekleriyle çelişiyorsa hemen bütün eski açıklamalar 'Doğruluk Bakanlığı' çalışanları tarafından o günün gerçeklerine uyarlanıyor ve bütün arşivler değiştiriliyordu. Diyelim ki Okyanusya son 5 yıldır Doğu Asya ile savaşıyordu, dolayısıyla bundan tüm yazılı kaynaklarda bahsedilmiş ve arşivlere kaydedilmişti. Ancak günün şartlarıyla aralarında bir barış durumu söz konusu olursa ve Okyanusya artık Avrasya ile savaşmaya başlarsa bu arşivdeki tüm belgelere işleniyor, gazetelerin eski sayılarındaki ilgili yazılar değiştiriliyordu. Böylece kimse eskiden Doğu Asya ile savaşıldığını iddia edemez, etse bile bunu kanıtlayamazdı. Ya da Büyük Birader'in çeşitli tüketim ürünleri ile ilgili yaptığı tahminler tutmazsa, tahminler o günkü gerçeğe uygun olarak revize ediliyordu. Çünkü Büyük Birader hata yapmazdı. Onun hata yapabilecek olması insanlar nezdindeki kutsallığına leke sürerdi. İşte sistemin bu noktası beni en çok dehşete düşüren yerlerden biridir. Çünkü geçmişte örneği görülen birçok baskıcı rejimin bir adım ötesine giderek, sadece düşüncelere değil geçmişe de baskı uygulanmaktadır. Amaç sadece insanları korkutmak değil üstüne bir de kendi oluşturdukları yapay gerçekliğe de o an için bir nebze olsun inandırmaktır. Zaten zaman geçtikçe -bunları herhangi bir yerde konuşmak vs. de mümkün olmadığından- insanlar neyin gerçek neyin yalan olduğunu unuturlar. Bu geçmişten ders çıkarıldığının bir örneğidir. Kitabın bir yerinde Winston'a 2+2'nin 4 değil 5 olduğunu kabul ettirmeye çalışırlar. Bunu sadece korkuyla söylemesini kabul etmezler. Aynı zamanda öyle olduğunu düşünerek söylemelidir bunu. Çünkü sadece baskı ile tahakküm edilen toplumlarda, öldürülen bir kişi yerine binlerce kişinin başkaldırdığını gözlemlemişlerdir. Kitabın sonunda istediklerini başarırlar. Winston 2+2'nin 5 olduğunu inanarak söyler ve düşünür.


ALTINI ÇİZDİKLERİM

  • "Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler." 
  • "Oynadığımız bu oyunda, kazanmak söz konusu değil. Ama bazı yenilgiler ötekilerden daha iyidir, hepsi bu." 
  • "Gerçek tek hayatımız gelecektedir. Onun oluşmasında bizler kemik parçalarıyız. Geleceğin ne kadar uzakta olacağını bilemeyiz. Belki bin yıl sonradır. Şimdi akılcı düşünenlerin sayısını azar azar çoğaltmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok."
  • "Savaş tüm hunharlığıyla evrensel boyutlarda süregelmektedir; ırza geçme, yağma, çocukları katletme, koca ülke nüfuslarının köle durumuna düşmesi, tutsakların kaynar suya atılması ya da diri diri gömülmesine varan dehşetler olağan sayılmaktadır. Eğer bunlar düşman ülke değil de kendi ülkeniz tarafından yapılıyorsa övgüye değer bulunur." 
  • "Uzun dönemde, hiyerarşik toplum, ancak yoksulluk ve bilgisizlik üzere kurulu olduğu sürece var olabilirdi." 
  • "Sorun, dünyadaki gerçek zenginliği arttırmaksızın endüstri çarkını döndürmekti. Üretim sürdürülmeli, ama üretilenler insanlara dağıtılmamalıydı. Uygulamada bunun için tek çözüm yolu, sürekli bir savaş durumunda olmaktı." 
  • "Her yeni siyasal kuram, kendisine ne ad takarsa taksın, hiyerarşiye ve baskıya dönüş yapmıştı." 
  • "Kitleler asla, yalnızca ezildikleri için, kendiliklerinden başkaldırmazlar. Kendilerine karşılaştırma yapabilecekleri ölçüler verilmedikçe, ezildiklerinin bilincine varmazlar." 
  • "Hiyerarşik yapı aynı kaldığı sürece, gücün şunun ya da bunun elinde olması önemli değildir." 

SON SÖZ YERİNE

Sözün özü, benim en etkilendiğim kitaplardan biridir. Okumayanlara tavsiye ederim. Tabiki baskılar ve tahakküm bu kadar keskin olmasa da günümüz sisteminin bir kısmını kitaptaki sisteme benzetiyorum. Ayrıca bu kadar iyi kurgulanmış bir kitabı okumanın da çok ayrı bir zevki var. Bu zevki kaçırmayın derim. İyi okumalar...

17 Ekim 2015 Cumartesi

Önsöz

 


Biliyorum, geç kaldım. Bugüne kadar sanal alemin gerçekliğinden şüphe ettiğim için okuduğum kitapları bir blogda paylaşma fikri hiç cazip gelmemişti bana. Ne oldu da fikrin değişti diyenler için bir cevabım var elbet.

Her okurun başına geldiği gibi ben de okuduğum kitapları unutmaya başladığımı farkettim. Ne denli özenli okumuş olursam olayım, üzerinden birkaç sene geçince karakterler, olaylar yavaş yavaş hafızamdan siliniyor. Genelde kitapların altını çizdiğim için kitabı açınca derin bir oh çekiyorum. Ama yine de okuduğum kitaplar hakkında birkaç satır yazabileceğim, altını çizdiklerimi paylaşabileceğim bir defter tutmaya karar verdim. Amacım bu alanı -mümkün olduğunca içerik bilgisi vermeden- okuduğum kitaplar hakkındaki düşüncelerimi ve altını çizdiğim yerleri paylaşabileceğim bir deftere dönüştürebilmek. Bu konuda acemi olduğumu kabul ederek yazı ve yorumlarımın günden güne iyiye gideceğini umuyorum. Öncelikle şimdiye kadar okumuş olduğum bende iz bırakan kitapları peyderpey paylaşacağım. Böylece unutulmaya yüz tutmuş kitaplarımı biraz da sizlerin sayesinde tekrar hatırlama fırsatı bulacağım. Eşzamanlı olarak güncel okuduğum kitapların da yorumları olacak.

Bugüne kadar kitap seçimlerimde birçok blog yazarından yararlandım. Umarım birileri de benim yaptığım yorumlardan faydalanır bundan sonra. Kitap okuma alışkanlığının bütün topluma aşılanması gerektiğini düşünen biri olarak, bir kişiye bile ulaşmanın önemli olduğu kanısındayım. Ne diyor Orwell 1984'te; "Şimdi akılcı düşünenlerin sayısını azar azar çoğaltmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok". Bunun için inşa edilen binaya hiç olmazsa bir tuğla da ben koyabilirsem ne mutlu bana. Belki biz değil ama bir sonraki nesil bir şeyleri değiştirir.